BİT PAZARI
- Kankakuzen
- 4 May
- 4 dakikada okunur
I.BÖLÜM - Çamaşır Makinesinin İçine Saklanan Kadın
Çamaşır makinesinin döngüsünü bekledim, belki dönerken benim de içim yıkanır diye. Kurutma değil bu, dedim kendime, bu içten içe ıslanmak, biraz da sızmak… 40 dakikalık pamuklu programda kimliğimi unuttum. Nüfus müdürlüğüne telefon açtım, açmadılar. Zaten hep kapalılar bana.
Annem diyor ki çocukken çoraplarımı bile çift takmazmışım, biri pembe biri üzgün olurmuş. Renk değil his giyerdi bu çocuk, demiş. Oysa ben o günlerde hep içimden konuşurdum: “Ben bir tane değilim.” Herkesin tek olduğu yerde çoğul olmak külfetli. İçimde biri kitap okuyor, biri çamaşır asıyor, biri sürekli susuyor, biri ötekilere küfrediyor.
Yaz gecelerinde balkon korkuluklarına ip gerip kendi kendime çamaşır tiyatrosu oynatırdım. Hâlâ biri bana sorarsa “işin ne?” diye, “çamaşır tiyatrosu rejisörüyüm” diyorum, ciddiye alan olmadı. Ne çok şeyi ciddiye almıyoruz, ama almadıklarımızın hepsi içimizde ağırlaşıyor. Ben mesela birini içime çok ciddiye aldım, hâlâ içimde bir koltukta oturuyor, ayaklarını da uzatmış. Kalk diyorum, o koltuğun altını silmem lazım.
Bir ara sevgilim olmuştu, kendini “denizci” sanıyordu ama aslında karadan pek çıkmamıştı. İçime doğru kürek çekti, ama yüzmeyi bilmiyordu. Onunla birlikteyken hep içime deniz girmiş gibi hissettim ama hiçbir zaman ıslanamadım. Bu da bir maharet tabii; ıslanmadan boğulabilmek. Sonra bir gün dedi ki bana: “Sen çok katmanlısın.” Ben o cümleyi içimde kırk kat yapıp astım, her yıkamada yeniden giydim. Ütüsüz bir anlamı vardı.
Bir seferinde kendimi, evin içindeki dolabın en alt rafında, boş bir reçel kavanozunun içinde buldum. Sığabildim. Hatta yanımda küçük bir not defteri bile vardı. Oraya, “Dünyanın içinde değilim, içindeyim ama değilim,” yazdım. Biri bulursa okusun diye. Beni değil yazıyı buldular, onu da “etiket” zannettiler.
Artık sesimi çıkarmamaya çalışıyorum. Sessizlik, insanın içindeki kalabalığa karşı aldığı en zarif önlem. Her sustuğumda içimdeki arketipler devreye giriyor: Biri anaçlaşıyor, diğeri kaçıyor, bir tanesi ayakta alkışlıyor beni, diğeriyse oturup ağlıyor. Hangisi benim, hâlâ bilmiyorum. Bildiğim tek şey, içimdeki çamaşır makinesi hiç durmuyor.
Ama arada bir, iç çamaşırlarımı dışarı asmaktan utanmadığım günler oluyor.
II. Bölüm - Cam Kırığı Çiçekler
O sabah uyanmadım da, birinin uyanmam için beni eski bir anıya bıraktığını hissettim. Rüyamda bir otobüs durağı vardı. Otobüs gelmiyor, insanlar gitmiyor, zaman ise cam gibi çatlamıştı. İçine baktım. İçinden çocukluğum çıktı. Gözleri ağlayan bir kibrit kutusu gibi duruyordu karşımda. Dedem onu sobaya atmıştı bir gün, ama kibrit ölmemişti. Küllerinden beni çağırıyordu.
Annemin sesi banyoda takılı kaldı, “çabuk ol” diyordu hep, ama artık ne banyom vardı ne çabukluğum. Saçlarımı kurutmayı unuttum yine, çünkü birinin benim için saçlarımı kurutmasını istiyordum. Ama bunu söylesem, “romantik” sanılırım diye sustum. Susmakla ilgili bir not vardı paltomun cebinde. Okumaya kalkınca kâğıt kendini yaktı.
Bazı sabahlar kahvaltımı yaparken çocukluğuma özür diliyorum. Onu yalnız bıraktığım, dişlerini zamanında kontrol ettirmediğim ve sokakta kalmasını sessizce izlediğim için. O da her sabah çatalımı elimden alıyor. “Sen hâlâ aynı ekmeği yiyorsun” diyor. Ekmek değişmedi ama ben bayatladım galiba.
İşyerimde çiçek sularken bir karınca omzuma tırmandı. “Kimin izindesin?” dedim. Bir cevap vermedi ama, biraz düşününce fark ettim: kimsenin izinde değil, sadece sürgünde. Hepimiz gibi. İşimizde, evimizde, geçmişimizde. Adı bile olmayan bir sürgünlük bu. Sürgünlükle sürgün arasındaki farkı soran olsa açıklayamam. Ama biri farkı hissetse hemen gözyaşına boğulurum.
Bir gün, dolabın arkasından çıkardığım eski bir defterde şunu yazmışım:
“Hayatını biriktirmeyen, sonunda kendine kalmaz.”
O günden beri biriktiriyorum: tramvay bileti, başkasının kahkahası, düşmüş bir tokat gibi duran kelimeleri. Biriktirdikçe çoğalıyorum sanıyordum, meğer eksiliyormuşum.
Bir gün biri beni tüm anılarımdan arındırırsa, ne kalır geriye?
Bunu düşününce kendime “bit pazarı ruhlu kadın” diyorum. Kimsenin almayacağı eşyaları kalbime yığmışım.
Ve akşam, her şeyin bittiği, ama hiçbir şeyin de başlamadığı bir yerdeyim.
Ay ışığı pencereme vuruyor ama ben gölgeye kaçıyorum.
Çünkü ışıkta görünmek, anlaşılmak gibi.
Anlaşılmaksa...
Çok yalnız bir şey.
III. BÖLÜM - Sonra Bir Ses Geldi Kilerden
Biri evin altına yoğurt gömmüş, ben de üstüne oturdum. Oturdukça mayalanıyor zaman. Böylece geçiyor. Evin altı hep daha soğuk, hep daha derin. Yukarıda soba yanıyor, ama ben aşağıdayım, arşivlenmiş mevsimlerin arasında, sehpaların ayağında kalan izler gibi. Kök salmamı bekleyen boş bir bidonun yanına ilişmişim. Kimi çağırıyorum, bilmiyorum. Ama biri hep yok.
Yine de birilerinin hep gittiği yer burası. Hatıra kutuları, kıyamam deyip atılamayan saat kayışları, soyulmuş duvar boyası örnekleri, biri gün gelir duvarla barışır diye saklanmış. Şu battaniyeyi örten çocuk benmişim zamanında. Şimdi aynı battaniyeyle üstümü örtüp "ev burası mıydı?" diyorum.
Ben hep başka evlere dönüyorum. Hiç kimse bilmiyor ama valiz taşımak aidiyet değil. Şehir değiştirmek, yastık sayısını azaltmak, bir kilimden bir halıya geçmekle kök salınmıyor. Yine de her gittiğim evde ilk önce kiler kapısını açıyorum. Belki biri gömmüştür kendini içeri, ben de otururum yanına.
Benim annem balkonlara çamaşır sererken dua ederdi. “Tutun çabuk kuruyun” diye. Belki o yüzden hiç kurumadı üstümdekiler. Hep biraz nemliyim. Köklenememek su toplatıyor insanda. İnsan sabit duramayınca ıslanıyor. Taşı toprağı tutamıyor. Ayakkabılarımın tabanı hep soyulmuş. Her yürüyüşüm sanki bir ayrılığın ön sözü.
Aidiyet bazen yalnızca bir sandalyede oturmak. Kimi zaman ayakta durduğun yer bile ev sayılır. Ama ben hep azıcık eğri oturuyorum. Eğri otur, doğruyu söyle dediler, ben doğruyu oturamadım. Yerleşemediğim için yalan söyledim çoğu zaman. “İyiyim” dedim. “Alıştım” dedim. “Kalmaya geldim.” dedim. Halbuki valizim doluydu, yalnızca henüz fermuarı çekmemiştim.
Balkondan bakınca görünen boş arsa aslında içimdeki genişlikti. Biri oraya ev yapabilirdi. Ama kimse temel atmadı. Hep birkaç tuğla koyup uzaklaştılar. Bense elimde harçla bekledim. Taş yığmak köklenmek değilmiş, bunu da sonradan anladım. Aidiyet bir ev değil, eve bakınca duyduğun utançmış. O kalamamışlık, o tutunamamışlık, o “yine de kendimi seviyorum” diyen ses.
Bazı geceler kaburgamın içi vızıldıyor. Sanki eski bir telefon çalıyor içimde. Açarsam kimse yok. Ama hep biri arıyor gibi. Belki ben, kendimi yıllar önceden arıyorum. “Orada mısın?” diyorum. “Ben geldim. Geç olsun dedim ama olsun. Artık bir yere gitmiyorum. Üstüme çamaşır asabilirsin.”
Ve belki bir gün, biri kilerin kapısını açar, beni yerde otururken bulur. “Seni bekliyordum” derim. “Yoğurt tuttu, biz artık buraya yerleştik.”
SEVAL USLU
Comments