top of page

DESTEDE ÖLÜM VAR


’Hayatında herkes bir kez olsun hayal etmiştir kendi cenazesini’’


Açık mavi odada bir grilik var. Gökyüzünün yansıması mıdır bilinmez. Hava da bugün pek kapalı. Bu havaya dayanamadı da mı gitti acaba? Böyle gri havalarda ‘’Ankara’yla Bozuşuruz’’ u dinlerdi hep. Dalgın olurdu. Hep dalardı zaten. Önceleri hayattan koptuğunu zannederdi dalıp gittiğinde. Son zamanlarda o anlarda asıl yaşadığını hissettiğini fark etmişti. Adımları hep ürkekti. Tek bir çizgide yürüyemezdi. Sağa sola çarpar, türlü aksilikler yapardı. Merdivenlerden üçer beşer zıplayarak iner, şarkılar söylerdi. Sesi çok güzel olduğundan değil, kendini başka türlü ifade etmeyi bilmemekten. Yani mutluysa, dilinde 90’lar nostaljisi; mutsuzsa Karacaoğlan vardı. Yalnız şarkıyla yetinmeyip ne zaman ona değen bir kelime duysa şiire vururdu. Hayatın bütün anlarında şair olma gerekliliği vardı onda. Diğer bir deyişle, ‘’Şiiri mor külhandı abiler.’’


Yitirmekten çok korkuyordu. Çünkü kaygı hayatına öylesine sirayet etmişti ki kendini sevdirme çabası bu yüzdendi belki de. İçinde, ruhunda bir türlü ışık bulamıyordu. Başkalarının sevgisinde arıyordu. Bir başkasında kendinden bir şey gördüğü zaman ona tutunuyor, bundan sebep yitirmek istemiyordu. En büyük hesapları kendine kesti. Ellerinden, saçlarına en büyük zararı kendine verdi hep. İçinde biriktirdiği öfke, kaybetmemek uğruna yuttuklarıydı. Kendini biraz sevebilseydi belki. Niçin bir türlü göremedi o ışığı? Cevabını bulamadan gitti yeryüzünden. Yine de ürkek adım attığı, kamburunu çıkardığı bu dünyada kalıcı bir şey yapma hevesi hep vardı.


Yazdı, dinledi, öğrendi. Uzay çağını da, taşı toprağı da. Birinin hayatına sirayet etmek, benliğini bulmasını sağlamak onu hayatta tutan tek sebepti. Çevresi hep kalabalıktı. Herkes severdi onu. Bütün derinliği ile dinlerdi. Başkasının acısından kendisine şükür çıkartmaz aksine acı onunmuş gibi benimserdi. Yalnızlığı onu korkutuyordu, acılarıda. Ama bir o kadar da kalabalıkların içinde yalnızdı. Kafasında başka bir dünya çizerdi. Ali’yi Ali gibi bilmezdi de, zihninde tüm olumsuzluklara rağmen bahaneler üreterek sevdiği Ali’yi bilirdi. İçini bir dökmeye görsün. ‘’Şimdi anlatacağım ama çok uzun sıkılmayasın.’’ ‘’Böyle oldu ama sorun bendedir.’’ ‘’Ne kadar aptalım.’’ ‘’Olsun böyle yaptı ama vardır bir bildiği.’’ Diye sıralardı bahanelerini. Gerçekleri görememekten değil üstelik. Görürdü de konduramazdı.


Yatağının örtüsünü ters örtmüş. Ütüsü yerde. Tarot destesinde en son ‘’ölüm’’ kartını açmış. Hani şu tüm insanlar yerde yatarken, atıyla gelen bir kuru kafa var. Elinde bayrağı. Destenin hemen ardında Güneş kartı var. Bir kart olsaydı ruhu, güneş olurdu. Saç tarağının dişlerinde 2 tel saçı kalmış. Kitaplığında duruyor. Benliğinde tek sevdiği şeydi saçları. Geceden hazırladığı kırmızı elbisesini sabah giymemiş, vazgeçmiş. Füruğ’u yine yatağının baş ucunda. Kaldığı satırda belli üstelik. ‘’Şimdi burada olsaydı o hep affeden, ne olursa olsun seven, delice seven Füruğ burada olsaydı dizlerine kapanıp ağlasaydı…’’ *


Mekânlardaki enerjisi sanki hala orada. -Yüzümü denize bakan yerine dönüyorum.-Koltuğunda mavi yastığı ezilmiş bir şekilde duruyordu. Bir yer edinmekti bütün derdi. Bu yüzden sabitliği seviyordu. ‘’İş yerinde oturduğum koltuk sabit olsun.’’ ‘’Yemek yediğim yer sabit olsun.’’ Güvenli hissediyordu. Bilinmezlik onun için nevruzları doğuruyordu. Bu yüzden bu kadar fincanını kapatıyor, desteler açıyordu. Kaygılı gönlünü viran edip durdu hep. Ucu kırılmış rujunu kalemlerin arasına atmıştı. Fincanından, masasına içtiği çaydan lekeler vardı. Martılar binanın tepesine konupta kahkaha attığında başını kaldırır o da gülerdi. Martılara eşlik ederdi. Bazı tınılar kaybolmuştu sanki. Hızla bastığı klavyenin sesi, sabahları oynaya zıplaya geldiği müziği, yerdeki koliyi kaldırırken derin ah çekişi, aniden gelen türkü isteği, ve çocukluğunda dağların eteğinde bıraktığı o sözler : ‘’Niye doğdun sarı yıldız, mavi yıldız/Aman aman evler yıkan yıldız.’’ Belki de her şey daha da güzel olacaktı. Etrafı dağıtan kimse olmayacaktı. Her defasında kafasını asansöre vuran, kalemleri dağıtan, kitapları kendi içinde yaptığı düzeninde karmaşıklaştıran kimse olmayacağından her şey olması gerektiği gibi olacaktı.


Zaten Gezi Parkı’ndaki ağaç hafif eğik diye kimseyi selamlamıyordu. Martılar espiri yapıp kendi aralarında gülmüyordu dillerindendi bu tını. 3 ünlü kişi gördü diye birinin hayatında güzel bir şey olmuyordu. Birileri şiir seviyor diye o kadar da derinlikli değildi. Gitti, dindi hurafeler. Gitti, kayboldu çay lekeleri. Gitti, sonunda!


*Makbule Aras Eyvazi/Başa Dönemeyiz – Yapı Kredi Yayınları, s. 54





KATARA / (SEVAL USLU)




Niçin Katara?


Doğadan beslendiği için belki, 4 element ile hayatta denge sağlamaya çalıştığı için belki ya da tüm bunların yanı sıra saçlarını iki yana ayırdığı için Katara.


Anlamanın yeterli olmadığı değişimin şart olduğuna inandığım bu dünyayı pilot bir kalemle çiziyor, karalıyor başka durumları mümkün kılmaya çalışıyorum.


Bu kalemin sizi önce yerden yukarıya yükseltmesi ve noktasında kusursuz bir iniş yaptırması dileğiyle !


İyi yazın yolcukları !


115 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

DENGE

Yazı: Blog2_Post
bottom of page